Yazmak, çoğu zaman içsel bir ihtiyaç olarak tanımlanır; biriken düşüncelerin dışarı taşıp anlam arayışına dönüşmesidir. Ancak bugün ne kadar yetenekli olduğumuza inanalım, ne kadar kelime dağarcığımız geniş olsun, ne kadar duyarlı bir ruh taşıyalım… Bir gerçek hiç değişmez: Yazmak, okumanın doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur.
Okumadan yazmaya kalkmak, haritasız bir yolculuğa çıkmaya benzer. Adımlarımızı atarız ama nereye gittiğimizden, ne söylediğimizden, hangi geleneğin içinde durduğumuzdan emin olamayız. Oysa okuma, yalnızca kelimeleri zihne doldurmaz; düşünmeyi, sorgulamayı, kıyaslamayı, hatta susulması gereken yerleri bile öğretir. Bu nedenle her iyi yazar, önce iyi bir okurdur—belki de okumayı yazmaktan daha çok seven bir okur.
Bir metnin derinliği, çoğu zaman yazarının okuma birikiminin görünmez yansımalarıdır. Bir roman sayfasında karşılaştığımız bir metafor, bir köşe yazısındaki sorgulama biçimi, bir hikâyedeki psikolojik çözümleme… Bunların hiçbiri kendiliğinden ortaya çıkmaz. Yazar, okuduklarıyla yoğrulur; başka kalemlerin izlerini taşıyarak kendi sesini bulur. Borges’in dediği gibi, “Her yazar aslında okuduğu tüm kitapların toplamıdır.”
Okumak, insana yalnızca bilgi değil, perspektif kazandırır. Felsefenin eleştirel düşünmeyi, tarihin insana görgü kazandırmayı, edebiyatın duyguyu inceltmeyi öğretmesi tesadüf değildir. Bir yazarın zihni, okudukları sayesinde genişler; dünyayı farklı açılardan görebilme yetisi kazandıkça dili de derinleşir. Çünkü entelektüel bir birikim olmadan yazılan metinler çoğu zaman yüzeyde dolaşır: gürültüsü bol, ama sözü azdır.
Bugün ne yazık ki yazmanın, hele ki sosyal medya çağında, giderek kolaylaştığı sanılıyor. Oysa kelimenin hakkını vermek, bir düşünceyi tutarlı halde ifade edebilmek, duyguyu estetik bir biçimle ortaya koyabilmek—bunların hepsi okuma disiplini ister. Okuma olmadan yazmak, ham bir malzemeden sanat eseri çıkarmaya kalkışmak gibidir: Belki biçim vardır ama ruh eksiktir.
Okumak, aslında yazmanın provasını yapmaktır. Her okur, satır aralarında kendisi için notlar alır; “Ben olsam böyle söylemezdim” diye düşünür, bazen de “Tam da söylemek istediğim buymuş” der. İşte bu iç diyaloglar zamanla yazma pratiğinin temelini oluşturur. Yazar, önce başkalarının cümlelerinde kendi sesini fark eder; sonra o sesi güçlendirir ve dünyaya kendi kelimeleriyle açılır.
Kısacası yazmak, sadece bir eylem değil, bir birikimin dışavurumudur. Bu birikim ise ancak okumayla mümkündür. Eğer kalemi elimize aldığımızda kelimeler bizi taşıyamıyorsa, sorun düşüncede değil, zemininde—okumadadır.
Belki de bu yüzden yazmak isteyen herkes için ilk tavsiye hep aynıdır:
Önce okuyun. Çok okuyun. İyi okuyun.
Çünkü okuma, yazmanın nefesidir. Nefesi olmayan bir cümle, ancak görüntü olur; ses olmaz, iz bırakmaz.
Ve unutulmamalıdır:
Yazı, okumanın içimizde mayalanıp yeniden doğmuş hâlidir.